Ekspresyonizm Dışavurumculuk çağdaş resim dünyasında önemli yeri olan bir akımdır. Ekspresyonizm modern bir akım olarak 1890’larda Norveçli sanatçı Edvard Munch, Avusturyalı Gustav Klimt, Belçikalı James Ensor gibi sanatçıların resimleriyle başlamıştır.

Politik istikrarsızlık ve ekonomik çöküntü ortamında Almanya’da pozitivizm ve natüralizm ve empresyonizm akımlarına karşı olarak ortaya çıkmıştır.

Ekspresyonizm akımı, doğanın olduğu gibi aktarılmasını hoş karşılamaz, bunun yerine duyguların ve iç dünyanın etkisine dikkat çeker. Gerçek görüşün yerine sanatçının kendine özgü görüşü üzerinde durur.

1900-1935 yılları arasında gelişen akım doğayı ve toplumu nesnel bir bakış açısıyla betimlemeye karşı çıkarak, öznel ya da içsel gerçeğin yansıtılmasını savunmuştur. Özellikle Almanya’da sanat dallarının hepsinde etkili olan akım hem sanatta, hem de toplumda kabul edilmiş biçim ve geleneklere bir başkaldırı niteliği taşımaktadır.

Ekspresyonistler ordu, okul, ataerkil aile ve imparatorluk gibi kurumların yerleşik otoritesine karşı çıktılar. Buna karşılık toplum dışına itilmiş yoksulların, ezilmişlerin, akıl hastalarının, sokak kadınlarının ve eziyet edilen gençlerin yanında yer almışlardır.

Eski dönemlere ait sanat ürünlerinde, nahif ve ilkel sanatta ve çocuk resimlerinde ilk belirtileri görülen dışavurumculuk, en yetkin ve güçlü anlatıma görsel sanatlarda kavuşmuştur. Çizgi ve renk doğadan bağımsız kılınarak duygusal tepkileri yansıtmak amacıyla olabildiğince özgür bir biçimde kullanılmıştır. Kalın boya hamuru, yoğun renk, karşıt değerler ve biçimleri bozma dışavurumculuğun tipik özellikleridir. Vincent van Gogh’un resimlerinde duygularını da anlatması nedeniyle bu hareketin öncüsü kabul edilir.

19. yüzyılın sonlarında Van Gogh, Edvard Munch, James Ensor, Toulouse-Lautrec gibi ressamların yapıtlarında belirme­ye başlayan Dışavurumculuk, 1900’lerde, kendilerine Die Brücke (Köprü) adını veren bir grup Alman sanatçı, Munch’tan Van Gogh’a ve fovist akımdan etkiler kazanarak ortaya çıktılar ve ekspresyonizmi daha ileri aşamalara eriştirdiler. Bu topluluk, daha sonra Berlin’de etkinlik gösterdi. Die Brücke sanat­çılarının resimlerinde ve tahta üzerine gravür­lerinde dikkat çeken özellikler, gerçeğe uy­gun düşmeyen renkler, çarpıcı bir biçimde verilmiş insan yüzleri ve görünümlerdir.

Herwart Walden’in 1910’da Berlin’de kurduğu Der Sturm (Fırtına) adlı sanat dergisi ve galerisi, Dışavurum­culuk’un bu kentte iyice yaygınlaşmasına yol açtı. Wassily Kandinsky, Franz Marc, August Macke, Alexey von Jawlensky gibi Münih’ te yaşayan ressamların kurduğu Der Blaue Reiter (Mavi Atlı) adlı topluluk, Die Brücke sanatçılarının kullandığı renklere ben­zer renkler kullandı. Çok geçmeden de soyut araştırmalara yöneldi. Avusturya’da Egon Schiele ve Oskar Kokoschka Dışavurumcu yapıtlar verirken, Fran­sa’da bu akımın başlıca temsilcisi Georges Rouault oldu.

The Intrigue, 1890

James Ensor,resimlerine gerçek dışı korkunç öğeler sokmuş, karnaval maskeleri, figürler ve iskeletlerden yararlanmıştır. Eserlerinde izlenimci ve realist yöntemleri kullanarak maske ve hortlaklar yapan Ensor’un inanılmaz fantezilerinde, gerçekler yerini iskeletlere bırakmış, maskelerin ve giysilerin arkasına gizlenmiş ölümü sıkça vurgulayan korkulu bir dünya ortaya çıkmıştır. O dışavurumcu olsun diye resim yapmıyordu, kendisinin ruhsal durumunu doğrudan doğruya yansıtan, içinden fışkıran düşgücünün dürtüsüyle hareket ediyordu. Bu haliyle de Van Gogh ve Edvard Munch’e yaklaştı.

Çığlık, 1893

Munch bu en tanınmış tablosunda hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli gibi öğeleri anlatır. Diğer pek çok eserinde olduğu gibi bunun da birçok versiyonunu yaptı. Bir köprünün üzerinde, korkulukların hemen yanında yüzü bize dönük bir insan, yüzünde büyük bir dehşet ifadesiyle başını ellerinin arasına almış bağırmaktadır. Ne var ki sanki bu haykırışı duyan yoktur, geri plandaki iki kişi sakin bir biçimde köprünün tepeden baktığı körfezi, limanı ve tepeleri seyreder gibi görünmektedirler. Bu anlamda resim bize korkunun yanı sıra yalnızlık, terk edilmişlik duygusu da verir. Adeta bütün dünya, haykıran kişinin üzerine yıkılmaktadır ve o tek başınadır. Bunlardan başka bir şey daha dikkatimizi çeker. Gökyüzü çok büyük bir yangın varmış gibi kırmızı, sarı tonlarındadır, fakat ortada ne yangın vardır, ne de yangınla beraber olması gereken siyah dumanlar. Ara ara biraz mavinin göründüğü bu tuhaf gökyüzü, kuzey ışıklarını andırır biçimde katman katmandır.

Öpücük, 1907-1908

Öpücük, Klimt’in en ünlü eserlerinden birisidir. Sanatçının altın çağının doruk noktası olarak belirtilen bu resminde süslemeci renklerle, parıldayan altın varakla ve soyut desenlerle birlikte ideal bir dünyaya çağrışım yapmakta olduğu düşünülür. İlk bakışta mutlu bir çiftin birbirleriyle olan tutku dolu aşkına şahitlik edilse de, erkek figüründe egemen bir tavır, kadında ise utançla karışık bir ifade dikkat çeker. İki aşığı saran altın renkli çerçeve onları dünyadan soyutlamaktadır. Çiçekli bir zemin üzerinde duran bu çift zeminin en uç kısmında betimlenmiş ve kadının ayaklarına neredeyse uçurumdan düşüyormuş gibi bir hareket verilmiştir. Figürlerin yerleşimi ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgiye gönderme yapar gibidir. Erkek figürünün elbisesinde daha büyük karelerin, kadın figürünün elbisesinde ise renkli ve yuvarlak şekillerin kullanılması ile farklı iki cinsiyete vurgu yapılmak istenmiş olabilir. Ayrıca figürlerin bir araya gelerek oluşturduğu şekil, erkek cinsel organına da benzetilmekte, kadın figüründe ise doğurganlığa ait sembollere yer verilmektedir.

Haus an der Strassenkurve

Karl Schmidt-Rottluff resimlerinde saf renklerin ifade gücüne güvendi. Ayrıntılara yer vermeyip biçimleri basitleştirdi. Renkli alanları siyah çizgilerle birbirlerinden ayırdı. Stilin bu özelliği Brücke ekspresyonizmi için tipiktir. Die Brücke grubunun isim babası ve kurucularındandır. Karl Schmidt-Rottluff manzara ve nü resimleriyle tanınan bir ressamdı ve litografiyi (taş baskı) ustaca kullanıyordu. Grubu da litografiyle kendisi tanıştırmıştır.


Fishing Boats In Afternoon Su, 1921

Pechstein’ın resimlerinde doğrudan doğruya Matisse’in etkisi görülür. Yapıyı vurgulamak için geniş alanlarda yan yana getirdiği baskın ve çarpıcı renkler, güçlü ve ilkel bir yaradılışın dışavurumuydular. Pechstein, dünyanın renkli görkemliliğini yoğunlaştırdı, ama simgeciliğe ya da mitolojiye kaymayı istemedi. En iyi resimlerini Kirchner ve Heckel ile Moritzburg Gölleri’nde üretti. Bunu izleyen yıllarda yaptığı çalışmalar, kum tepecikleri arasında denize girenleri gösteren sayısız resmi içerir. Pechstein bunları 1909’dan itibaren her yaz kaldığı Baltık kıyısındaki Nidden’de yaratmıştır. Bu resimleri özellikle çok güzel süsleyici ve gizemli çizgileriyle etkileyicidirler.

Two Women In A Garden, 1915

Ekspresyonizmin öncü isimlerinden biri olan Emil Nolde’nin eserleri, diğer ekspresyonistlerde olduğu gibi görünenin dışında anlamlar taşıyan zengin içerikli çalışmalardır. Emil Nolde her türlü geleneksel ustalığı bir yana bırakarak, ilkel diyebileceğimiz yalın bir resim tekniği oluşturmuştur. Eserlerinde nesneden bağımsız seçilmiş coşkulu renkleri, masklara benzeyen figürleri ve bir takım simgeleri kullanmıştır. Naif ve saflığı bozulmamış bir anlayışla, yaşam ve sanatı bütünleştirmiştir. Yalın ve abartılı doğa tasvirleriyle kent yaşantısına karşı çıkmış, evrenselliği ve nesnelliği betimlemek için rengi, nesneyi tanımlama işlevinden uzaklaştırmıştır.

Versunkene Landschaft, 1918

Paul Klee sanat yaşamını çağdaşlarıyla aynı aşamada devam ettirdi. Ancak o kendi birikimini, içsel dışavurumunu anlatan farklı bir tarz olarak sunmaya çalıştı. İlk eserlerinde iç-dış dünya arasındaki köprü kurulmasını düşündü. Ensor ve Van Gogh’da çizginin bağımsız yaratıcı özelliğini görüp, dışavurumunu temelde çizgiye indirgedi. Klee “Doğaya yönelik çalışmalarımla taze bir güç kazanmış olarak yeniden kendime özgü doğaçtan yaratma ortamına atak bir giriş yapabilirim. Artık doğaya dolaylı olarak bağlandığımdan, ruha baskı yapan şeylere bir biçim vermeyi yeniden deneyebilirim.” der. 1909’dan sonra, arınmış düşgücünden doğmuş olağanüstü gergin, sinirli vuruşlarla resimler yaptı. Bunlarda duygular, ruh durumları ve düş deneyimleri kendi içlerinde uyum sağ­lıyordu.


Alıntıdır.

Okuduğunuz için teşekkür ederim..