Babam Anadolu insanıdır benim. Çocuk yaşında köyünden göçmüş gelmiş, İstanbul'da sıla hasreti çekmiş, ilk sevdasını burada yaşamış, talih yüzüne gülmüş ve sevdasıyla bir ömür kocatmış bir güzel adam...

Varı yoğu ailesi olur Anadolu insanının. Dışarıda kazandığını evinde yemek ister ailesi ile. Hele bir de çocuk sahibi olmuşsa, onun hayatı bitmiştir artık teknik olarak. Yaşam çocukları için vardır zira. Yaşamanın tek gayesi "hiçbir şeyde gözleri kalmasın, bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmesin" şekline dönüşmüştür bile.

*****

Ta ilkokul yıllarından belliydi kısa boylu olacağım :) Babam her ne kadar bunu bana hissettirmese de "hanım bu çocuğu neye yazdıralım da boyu biraz uzasın?" diye sorup dururdu gizli gizli anneme. Belli ki benim fidan boylu güzel bir kız olmamı arzu etmişti kendince. Derken bir gün yemek masasında "yavrum hocayla konuştum seni voleybola yazdıracağım" dedi.

Çok mutlu olmuştum. Voleybol hakkındaki tek fikrim "sokaktaki arkadaşlarımla plastik topu birbirimize atıp yere düşürmeden manşetlerle vurmaya çalışmak" olsa da anlamsız bir biçimde mutlu olmuştum işte :) Halbuki hayatım boyunca ne voleybol salonu görmüştüm, ne voleybol filesine bakmıştım, ne de bir voleybol topuna dokunmuştum.

Dönemin voleybol eğitimi veren spor okulları oldukça sınırlı sayıda idi. Kadıköy'de oturmamızdan mütevellit babam Fenerbahçe Spor Kulübüne ait voleybol okuluna yazdırdı beni. Topsuz antrenman ve derslerin tamamında oldukça başarılıydım. Fakat olay toplu antrenmanlara ve maçlara gelince içimdeki cevheri bir türlü ortaya çıkaramıyordum :) Sanırım cevherin aslında içimde var olmamasından kaynaklı bir durum olsa gerek :)

***

Derken okulumuzun "jön" lakaplı beden eğitimi öğretmeni okullar arası bir voleybol turnuvasına katılacağımızı, turnuvanın İstanbul çapında yapılacağını, takım için seçmeleri gerçekleştireceğini açıkladı. Voleybol kursuna gitmeme rağmen seçileceğimden hiç ümidim yoktu. Zira "namaz da gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz" der eskiler. Benimki de o misal işte... Ben babamın faili meçhul hayaline fail olmuştum sadece. Amacım voleybol oynamak değil babamı kırmamak olduğundan gidip geliyordum kursa. Hepsi o kadar. Kısacası voleybol namına geliştirdiğim hiçbir yetenek olmamıştı kurs boyunca.

Derken seçme günü geldi. Beden Eğitimi dersi öğretmenimiz o klasik soruyu sordu "aranızda herhangi bir kulüpte voleybol oynayan var mı?" Elimi bile kaldırmamıştım ki sınıftan birkaç arkadaşım "öğretmenim Canan var" demesi ile kendimi olayların içinde buldum :) Yıllar geçti tam hatırlayamayacağım ama eksik ziyade şöyle bir konuşma geçti öğretmen ile aramızda.

-Nerede oynuyorsun Canan?

-Fenerbahçe öğretmenim.

-Takımda mısın?

-Voleybol okulunda öğretmenim.

-Tamam. Sen şuraya ayrıl.

"Ayrılayım ayrılmasına da ben okul takımında olmak istemiyorum ki" diyemedim elbette :) "Peki öğretmenim" deyip geçiverdim dediği yere. Diğer arkadaşlarıma voleybolu resmen baştan anlattı öğretmenimiz. "Bakın bu voleybol topu, bu filesi, bu atışın adı servis, bunun adı smach, saat yönünde şöyle yer değiştireceksiniz..." Anlatıp durdu vesselam. Bunların hepsini biliyordum zaten. Hayatım boyunca hep teorisinde çok iyi idim her şeyin. Ama sahaya çıkınca o teoriyi top ile pratiğe dökmek... İşte bu korkutuyordu. :)

Korktuğum başıma gelecekti, kaçış yok. O gün sadece arkadaşlarımdan kaçan topları toplayıp hocaya getiriyordum. Bunun dışında bir servis bile kullanmadan seçiliverdim okul takımına.

İlk antrenmanda zaten hoca anladı benden bir şey olmayacağını, ama seçmişti bir kere :) Hatta zaman zaman "ah be Canan, ah be kızım, sen emin misin kursa gittiğine?" bile diyordu :) Ama sanırım bir çocuğun hevesini kırmaktansa -ki hiç hevesli değildim- "bir kişi eksik takım çıkarırız, ne yapalım?" demişti öğretmenimiz. Bereket takımın geri kalan kızları oldukça iyiydi. Benim gibi eğitim almamışlardı ama kumaşlarında sporculuk vardı. Belki benim fırsatım onların elinde olsa idi şuan iyi birer spor insanı olmuştu hepsi. Zaten hayatta böyle değil mi? Bir fırsata sahip olanların birçoğu aslında o fırsatı değerlendiremeyecek olanlar...

32 okulun katıldığı turnuva başlamıştı en sonunda. Bizim takım oldukça iyi idi. Ben sürekli yedek kadroda çıkıyordum. 5 sete giden maçlarda nadiren de olsa 2 set yer bulabiliyordum takımda. Bir nevi diğer arkadaşlarımın dinlenmesi için oyuna alınan biri gibiydim :) Öğrendiğim bütün dualar ve sureler de o döneme denk gelir :) "Ne olur oyuna girmek zorunda kalmayayım, oyuna girersem de bir hata yapmayayım" diye bildiğim bütün dua ve sureleri aynı sıra ile okurdum :) Öğretmenim bile dalga geçer olmuştu artık "ne o Canan zammı sureyi mi okuyorsun yine" diyordu dudaklarımın kıpırdayıp sesimin çıkmadığını gördükçe.

Bir de babam vardı tabi... Hangi baba kızına başarısızlığı yakıştırabilir ki? Garibim adam okul takımında oynuyorum diye beni iyiden iyiye voleybolcu bellemişti :) Hatta arada bir anneme "hanım bu çocuğu başka bir kulübe mi yazdırsak? Belki sporcu falan olur?" diyordu. Gerçi ben ömrüm boyunca hiç yalan söylememiştim babama. Hala da söylemiyorum ya... "Voleybol nasıl gidiyor?" diye sorduğunda kısaca "iyi gidiyor baba" diyordum. Benim kastım "takımda çok yer bulamıyorum o yüzden her şey iyi gidiyor" şeklinde idi. Onun anladığı ise "iyi oynuyor herhalde kerata" manasındaydı.

***

Bizim takım çok güzel oynadı turnuvada. Yarı finale kadar kaldık. Çeyrek finalin son maçından bir hafta sonra sabahleyin yarı final karşılaşmaları, aynı gün öğleden sonra ise final karşılaşması düzenlenecekti. "Hah kızım Canan şimdi ayvayı yedin" dedim kendi kendime. Bir karşılaşma olduğu günlerde çok kısa zaman yer buluyordum sahada ama o gün iki maç yapılacaksa uzun süre sahada kalmak zorunda olabilirdim. Tam bu ihtimal beynimi kemiriyordu ki okula dönerken öğretmenimiz "Canan haftaya sende oynamak zorunda kalabilirsin, bu sefer oyunun skor yönünden avantajlı olduğumuz zamanın dışında da oynamak zorunda kalabilirsin, haberin olsun" dedi.

O hafta resmen yemeden içmeden kesildim. Değişik bir heyecan ve korku kapladı içimi. "Ya benim bir hatamdan dolayı takım turnuvayı kaybederse? Arkadaşlarımın tepkisi ne olurdu?" Sanırsınız dünya kupası maçına çıkacağım da milyonlarca nüfuslu bir ülkenin manevi sorumluluğu benim sırtımda :) Antrenman diye derslerden geri kalmamız da cabası :)

Geldi çattı yarı final günü. Çıktı sahaya bizim kızlar. Kıran kırana 5 setlik bir oyun oldu. Sanki sıradan bir okullar arası turnuva değil de önemli bir şampiyona oynanıyordu. Ben hariç tüm yedekler oynama fırsatı buldu. Ve beklenen oldu. Takımımız finale kaldı. Kaldı kalmaya da ben hariç herkes fizik gücü olarak nerede ise bitmişti. Diğer finalist takım ise aksine çok yorulmadan kalmıştı finale.

Öğleden sonra başlayacaktı final karşılaşması. Beden eğitimi öğretmenimiz yanıma geldi. "Canan maça yedek başlamayacaksın" dedi. Dondum kaldım... 4 maça çıkmıştı takım bu turnuvada, bırakın as kadroda çıkmayı gerekmedikçe yedekler arasından bile çıkmayan ben; bu karşılaşmaya ilk altıda çıkacaktım. Heyecandan bacaklarım titriyordu. Nutkum tutulmuştu. Hiçbir şey diyemedim. Ağzımdan sadece "ama" lafı çıktı. Çıktığına da pişman oldum. "Ama ne kızım? Ne aması?" diye sinirle bağırdı öğretmenim.

Çare yoktu, maça çıkacaktım. Bizim kuşakta öğrenci olanlar bilirler. Bırakın öğretmene karşılık vermeyi, aynı konuda düşünmeseniz bile bunu dile getiremezdiniz.

Maç saati geldi çattı. Karşılaşma öncesi ısınmaya başladık. Baş hakem düdüğünü çaldı ve müsabaka başladı. İlk seti mağlup olarak bitirdik. İşin kötü tarafı %80 benim hatamdı bu. Olmadık toplara vuramadığım için top bizim sahaya düşüyordu. Bitiş düdüğü çalıp kenara geçeceğimiz zaman ayaklarım saha kenarına götürmüyordu. Zira berbat bir oyun ortaya koymuştum ve öğretmenim kuvvetle muhtemel kızacaktı. Saha dışına doğru yürürken başımı önümden hiç kaldıramadım. Benim bu halimi öğretmenim de görmüş olacak ki çenemi tutarak başımı kaldırdı. Yüzüne bakarken gözlerimden boncuk boncuk yaşlar dökülüyordu. Öğretmenim "tamam kızım tamam, üzülme" dedi.

İkinci sete yedeklerde çıktım. Setin son iki sayısında tekrar oyuna girdim. O seti almıştık ve setlerde 1-1 eşitlik söz konusu idi. Bu sette anlamadığım bir şekilde biraz daha sakindim. Yaş kemale erdiğinden o günleri hatırlayınca aslında gördüm ki; beni kötü oynamaya iten ilk neden bu spora karşı yeteneğim olmaması, ikinci neden ise arkadaşlarım ve öğretmenimin kötü oyunum için tepki gösterebilme ihtimaliydi. Demem o ki bir insanın yeteneğinin ortaya çıkmasını istemiyorsanız o insanı sürekli eleştirip, her fırsatta olumsuz tepki gösterin. İnanın Messi olsa futbol oynayamaz.

Derken üçüncü set için sahaya çıktık. Tam anlamı ile "kıran kırana" geçen bir set oldu. Smaçlar havada uçuşuyordu karşılıklı. Olmadık kurtarışlar geliyordu her iki takımdan da... Üçüncü seti -tam hatırlamıyorum ama- iki yada üç sayı farkla biz kazanmıştık ve setlerde 2-1'lik bir üstünlüğümüz vardı. Bu sette sonlara doğru öğretmenimiz oyundan almıştı beni ama setin büyük bir kısmında oynamıştım.

Dördüncü set için sahaya çıktığımızda yine -yaşımıza rağmen- seyir keyfi yüksek bir mücadele ortaya koyuyorduk. Sahadaki 12 oyuncu resmen ruhunu teslim etmişti voleybol topuna. Top bir o çizgiden çıkarılıyordu, bir bu çizgiden. İzleyenler bile inanamıyordu bazı ataklara. Derken bu mücadeleye yakışan oldu ve 4. seti rakip takım kazandı. Setler artık 2-2 berabere idi.

Turnuvanın galibini belirleyecek son set az sonra oynanacaktı. Öğretmenimizi mücadelemiz tatmin etmiş olacak ki bir iki hatamızı dile getirdikten sonra "çıkın çocuklar, elinizden geleni yapın, size güveniyorum" gibi cümleler söyledi.

Son set için sahaya çıktık. İki taraf da artık ayakta duramayacak kadar yorgundu. Zaten aynı günde hem yarı - final hem final karşılaşmasının sıkıştırılması "dostlar alışverişte görsün" zihniyetinden başka bir şey değildi. Zira bırakın bizim gibi enerjileri kısıtlı olan gelişim çağındaki çocukları, profesyonel sporcular için bile aynı günde iki maç pek akıl sır erecek bir iş değildir. "Bak sportif faaliyette yapıyoruz" kafası, "var mı? Var." Zihniyeti idi bunları başımızdakilere yaptıran. O günlerden bugünlere değişen hiçbir şey yok ya bu zihniyette... Neyse...

Set 2 kere uzatmaya gitti. Turnuva kuralları gereği son set 15 sayı üzerinden oynanacak ve 14 - 14, 16-16 beraberlikleri olursa ikinci ve son kez uzatmaya gidecek, 17. sayı set ve turnuva sayısı olacaktı.

Bu karşılaşmanın beşinci sete gideceği, turnuva sayısının son setin on yedinci sayısı olacağı ilk setten beri belliydi zaten. Zira iki takım da istiyordu kupayı. Son sete ilk altıda çıktım. 14-14 olana kadar da oyundaydım. Açıkçası telafisi olmayacak bir hata yapmamıştım bu sette. Tam da durum 14-13 bizim önderliğimizde gidiyordu. 1 sayı alabilsek o iş tamamdı aslında. Kupa bizimdi... Ama olmayacak şıklıkta bir vuruşla top bizim sahamıza düştü. Durum 14-14.

Olacak iş değildi. Resmen lanet ettim. O topu çıkarabilsek büyük ihtimal maçı biz alacaktık. Ama artık tehlikeye girmişti maç. Öğretmenim bile bu sayı karşısında "aughhhahhh" gibi hala manasını çözemediğim bir ses çıkarmıştı :)

Saha kenarına çevirdim kafamı yalvaran gözlerle. "Öğretmenim beni al oyundan" bakışları ile gözlerinin içine baktım adamın. Elinin işaret parmağını havaya kaldırdı ve hızla sağa sola salladı parmağını "devam et Canan" dercesine. Çare yok bu seti ve dolayısı ile maçı oyunda bitirecektim.

Derken 15-14 öne geçti rakip takım. İyiden iyiye strese girmiştik. Kelimenin tam anlamı ile ölüp ölüp diriliyorduk. Rakip için turnuva sayısı olan bizim için son uzatma sayısı idi. Top 4 kere karşılıklı sahalara düşer gibi oldu ama son anda kurtarıldı her seferinde. Derken benim çıkardığım bir top, rakip sahada kimsenin beklemediği bir alana düştü tesadüfen. Durum 15-15 oldu. Rakip takım oyuncuları, bizim takımın oyuncuları, ben, belki de hakem bile şaşırmıştı. Öğretmenimin "Bravo Canan, bravo kızım, işte böyle, aferin" diye haykırdığını duydum. Bu şansın yardımı ile yaptığım vuruş 2. ve son uzatmaya gitmesini sağlamıştı maçın.

Artık 17. sayıyı alan kazanacaktı. Başka uzatma yoktu. Son sayı bana da umut olmuştu. Derken 16-15 öne geçti rakip takım. Bir an tereddüt eder gibi olsam da motivasyonum tamdı.

Rakip takım servisi kullandı ve top bütün oyuncuları geçip bana kadar geldi. Tam bir manşet vuruşu ile topu bizim sahada oyuna sokacaktım ki herhalde yapılabilecek en kötü vuruşla topu tribünlere gönderdim.

Ben dahil herkes şokta idi. Baş hakem sayıyı vermiş ve biz maçı kaybetmiştik. Olduğum yere yığılıp kaldım. Söz bitti, kelime bitti... Mahçubiyet, öfke, isyan... Ne ararsanız en derinini yaşıyordum içimde. Saha kenarına gelirken de gözlerimden boncuk boncuk yaşlar dökülmeye başlamıştı yine... Öğretmenime sarılarak hıçkırarak ağlamaya başladım. İçimde resmen fırtınalar kopuyordu. Meydan muhaberesini kaybetmiş mağlup bir komutanın sorumsuz askeri gibi hissediyordum. "Ama öğretmenim yanlışlıkla oldu" diyebiliyordum hıçkırıklar arasında. O sert mizaçlı adam "tamam kızım, tamam. Ağlama artık. Hem biz çok iyi oynadık." diye beni teskin ediyordu.

Derken mini bir seramoni yapıldı. Turnuva galibi kupasını, biz de ödüllerimizi aldık. Ama ben hala ağlıyordum. Bir ara rakip takımın öğretmeni bile gelip sarıldı ve teskin etmeye çalıştı. Hakemler keza aynı şekilde. Göz yaşları içinde okula döndük.

Derslere girmeden öğretmenimiz hepimizle konuştu. Tam olarak cümlesi cümlesine hatırlayamayacağım ama aşağıdaki paragrafa benzer cümleler kurmuştu:

"Hanımlar, biz bu turnuvada çok iyi oynadık. Ama birinciliği hak eden takım kesinlikle rakibimizdi. Onlar biraz şanssız olsaydı ve Canan o vuruşu dışarı yollamasaydı biz şansımızla turnuvayı kazanabilirdik. Ama hayat böyledir. Şanslı olan bir defa kazansa da hak eden 10 defa kazanır. Yaşamınız boyunca genelde hak ettiğiniz şeyleri yaşayacaksınız. Bir başarıya imza atmak istiyorsanız ilk önce "bunu hak etmek için ne yapmalıyım?" sorusunu sorun. Size asla kızmıyorum, herkes elinden geleni yaptı. Hepinize aferin!"

O yaştaki daha eğilmemiş fidana yapılabilecek en etkili on konuşmadan biri bu olsa gerek. İşte ben o karşılaşma da öğrendim ki "şans" denilen olgu "fırsat ile hazır olmanın kesiştiği noktaya sizin olan uzaklığınızdır". İşte ben o mağlubiyetle öğrendim ki "çalışarak defalarca, şans eseri bir kez kazanılabilir". İşte ben o organizasyonda emin oldum ki "insan mecbur kalırsa herşeyi yapmaya muktedirdir." Ve ben anladım ki "bu ülkenin gerçekten fidanları yetiştirecek, onlara yaşam felsefesi kazandıracak eğitim adamlarına ihtiyacı var"

Duyamadım? Boyumu mu sordunuz? Çok uzamadı. Hala 158 Cm 😃